Bir tarafım, Okyanuslar ötesinde ve Avrupanın ortalarında; Yavuz Bülent Bakiler’in dizeleri gibi, şöyle diyor.
Bir gün baksam ki gelmişsin..
Hasretin içimde sonsuzluk kadar.
Şaşırmış kalmışım birdenbire çaresiz.
Dökülmüş yüreğime gökyüzünden yıldızlar.
Diğer tarafım Türkiye’nin narenciye bahçesi Çukurova’mda.
Yıllarca ben de vuslatı hayal ettim durdum. Topraklarıma olan hasretim bitmedi. Sanki bu hasret nakış nakış işlendi her yerime. Kavuşsamda hala hasretim topraklarıma. Özlüyorum geçmişin dört mevsimini.
Her seferinde, tabanlarımı bassaydım bir daha bereketli topraklarımıza derdim ve gelirdim. Burnumda buram buram kokuyordu herşey.
Kokusunu özlediğim neydi?
Kurumuş, kendini kucaklayamayan her yöne kıvrım kıvrım uzanan çatlamış topraklarımızın yağmur damlaları ile sarmalanan, kaynaşan ve bundan çok mutlu olan ıslak toprakların etrafa saldığı mis kokuları mı?
Yoksa sabah saatlerinde başlayan mangal keyiflerinden etrafa dağılan kokular mı?
Her yeri bir eksen gibi özgürce saran turunç ağaçlarının- portakal ağaçlarının çiçek kokuları mı? Ya da yolların iki yanında yeşil yapraklı turunç ağaçlarında deniz feneri gibi askıda kalan turunçlar, olgunlaştıkça dallarına tutunamayınca kendini boşluğa paraşütsüz bırakıp yere çakılması, bu esnada çıkartığı patlama sesiyle birlikte ortaya dağılan turunç kabuğunun esans kokusu mu?
Belki de özlediğim, çocukluğumun kokusu! Bilmiyorum.
Bu gün tabanlarımı basacağım bir avuç toprak bulamasamda artık, bu kokularımı hiç kimse koklamama mani olamayacak. Bu kokuları ben yaşadığım sürece Çukurovam’ın bereketli toprakları kalmasada burnumda kokuları hep kalacak. Tıpkı kalbimdeki hasretlerim gibi.
Yıldız dolu, berrak yaz gecelerini, sarı sıcakta, kuyudan çektiğimiz bir kova buz gibi suyu bakır taslarla kana kana içişimi, döğen sürmek için sabırsızca sıramı beklediğim günlerimi, gurbete düşünce, sılayı yüreğimde nasıl derin hissettiğimi unutmak mümkün mü?
Çukurova topraklarına, komşu şehirlerden, kasabalardan, köylerden; kara amelelik için gelen ırgatların ağır çalışma koşullarında yirmi saat biteviye çalışmaları, hayvan ahırlarında yatıp- kalkan amelelerin sıtmaya yakalanmaları ve nasıl birer ikişer telef olduklarını anlatan hikayeleri unutmam mümkün mü?
Güneş tepede alev alev, insanlar tarlada sıcakta çalışmaktan çatlayacak sanki. Gölgede bile nefes almak çok zor. Yirmi saat; güneş altında paydos yapmadan çalışan insanları görmek, duymak, çok küçük yaşta bana acılarını, acım gibi hissettirmiştir.
Bu gün buradayım ama bu topraklar yok artık. Ama dört bir tarafta ameleler, sayıları daha da çoğalmış. Hepsi, elleri ceplerinde boş boş etrafta yere bakarak dolaşıyorlar çaresiz! Üzgünler, çalışacak iş peşindeler ama heyhat! Günler hep birbirinin aynı onlar için. Tüm kalbimle, bu güzel insanların ve ailelerinin güne umut ve mutlu başlamalarını öyle istiyorum ki. Çünkü bu insanlar da hak ediyorlar güne umut ve mutlulukla uyanmayı. Bu insanlara da babalarından miras kalan hiç bir şey yok. Yine işsizler, yine iş peşindeler, tüm amaçları kendileri ve ailelerinin karınlarını doyurmak. Babalarından miras kalan tek şey ise, umut.
Kalbinizdeki bu umut hiç tükenmesin, kalbi ve gönlü zengin insanlar.
Salime Kaman
7 mart 2014
Bir yanıt yazın