Albert Einstein’in ‘İzafiyet teorisinde söylediği gibi, ‘zaman ancak hareketle, cisim hareketle, hareket cisimle vardır. O halde, cisim, hareket ve zamandan birinin diğerine bir önceliği yoktur. Bütün varlıklar ve varlığın fiziki olayları izafidir’.
Galile’nin ‘Görelilik Prensibi’, zamanla değişmeyen hareketin göreceli olduğunu; mutlak ve tam olarak tanımlanmış bir hareketsiz halinin olamayacağını önermektedir. Her iki teoride; doğrusal ve değişmeyen hareketinin durumu ne olursa olsun tüm gözlemcilerin ışığın hızını her zaman aynı büyüklükte ölçeceği önermesini birleştirmektedir.
Bu teoriler beni çağımız insanlarını düşündürürken, birde 25 yıldan beri yaşadığım sakin sessiz yazlık evimde bu yaz ilk defa yaşadığım; yazlıkta sitede yaşayıpta insanlara neler yaşattığını bilmeyen, yada bilmek istemeyen insanları- insan ilişkilerini düşündürttü bana!
Nasıl mı?
Çağımızda, kendimize bile yabancılaşıp, kendimizi yalnızlığın pençelerine düşürüp, kıyımlara, çürümeye, bozulmaya, parçalanmaya bırakıp seyrediyoruz.
Huyu suyu değişiyor artık insanların. Dün ve bugün. Değişim hızlanıyor. Menfaat ve çıkar peşinde koşuyor çoğu zaman. Umursamaz oluyor. Varsa yoksa ben. Biz yok artık.
Çürüyoruz. Bu çürüme ilişkilere de yansıyor. Güven bitti.
Kitlelerin ruh sağlığı bozuldu. Eziklikten doğan bir üstünlük duygusu ile kişi yanlışlara gömülmeye mahkum oluyor.
Saygı ve sevgi insanlar arasında iyi bir bağ oluşmasını sağlar. Bu bağ sayesinde insanlar birbirleriyle iyi geçinirler.
Saygıyı ve sevgiyi insanlar çocuk yaşta öğrenir. Büyüdükçe de geliştirir. Bu yüzden çocuk eğitimi ailede başlar. Ailede bir çocuğa önce anneye-babaya saygı, sonra büyük anneye büyük babalara saygı, hepsinden önemlisi kendine saygı duyması öğretilir. Sofraya oturduğunda yemeğe saygı- sofraya saygı öğretilir. Bu eğitim bir çığırkanın sesini en uzaktaki çocuğa duyurmak istemesi gibi olmaz. Anne-çocuk gözgöze konuşur. Birbirlerine anlatmak istediklerini ikisinin işitebileceği yükseklikte, zaman zaman dokunarak, zaman zaman tebessüm ederek, birbirini anlayarak yapılır. Bu konuşma daha doğrusu bu anlatma ve anlama çocuk ve anne arasında gelişirken tüm aile fertlerine tıpkı suya atılan bir taşın etrafında yaydığı ses- ışık- hareket frekansları gibi dağılır. Çocuk kücük yaşta aldığı bu eğitimle kendi gelecekteki hayatına da yön verir. Eğer aile çocuğa bu eğitimleri küçük yaşta vermediyse daha doğrusu veremediyse, bu çocuk kendi hayatında bunları bilmediği için yaşayamaz, sonradan öğrense bile kalıcı olmaz. İnsan bilmediği şeyleri çocuğuna zaten öğretemez. İşte bu çocuğun hali çok üzücüdür. Öğretmesi için kendisininde ailesinden bu eğitimi alması gerekir. Bu eğitim de parayla, alınamaz. Anne ile çocuk arasında ki bağda gizlidir herşey. Çocuk annesinden meme emme isteğini bile saygıyla ister ki bunu anne ve çocuk karşılıklı verir birbirine. Herşey bakışlarda gizlidir. Birbirine dokunarak hisseder bazı şeyleri anne de-çocukta. İşte bu çocuklar hayattan ne istemesini bilir. Toplumda saygı da görür sevgide. İtelemeye, kakalamaya gerek yoktur.
Karşılıklı bağırışla, haykırışla olmaz bunlar. Kendiliğinden olur. Eğitimle olur. Bu aile eğitimidir. Okul öncesi eğitimdir. Çocuğuna ailenin 0-6 yaşta veremediği eğitimi ne okul verir ne toplum. Masum, işlenmeye hazır pırıl pırıl çocukların onun bunun kucağında hunharca paslanması kadar kötü bir şey olamaz. Yazık!
Saygı ve sevginin bir arada bulunduğu toplumlar uzun ömürlü olur. O toplumda saygı ve sevgi ne zaman kaybolursa o toplum da çöker. Ayakta durduğunu zannettiğimiz ama içi oyulmuş her an yıkılmaya hazır bir ağaç gibi.
Sevgi ve saygıyla kalın.
Salime Kaman
02.08.2014
ZAMAN-CİSİM-HAREKET
Gönderildi
Bir yanıt yazın