Zaman öldürmek yerine bir şeyler yapın. Çünkü zaman sizi öldürüyor.
Paulo Coelho
Boş yere vakit geçirirken zaman öldürdüğünü zannedenlere; yaşam hakkında doğru ve etkili bir tutum, ölüm hakkında da doğru bir kavrayış geliştirmeye yardımcı olacak bir söz.
Durmak bilmeyen zaman, her şeyi değiştiriyor. Cahit Sıtkı Tarancı’nın dediği gibi ‘zamanla nasıl değişiyor insan. Hangi resmime baksam ben değilim.
Ben de çok değiştim. Hangi resmime baksam ben değilim gibi.
Ya siz?
Zamanın dokunuşları yüzümde, bayağı büyük izler bıraktı. Her biri birbirinden değerli yıllarımı hatırlatan çizgiler, ne güzel dokudu yüzümü. Tıpkı sudaki yıldızların yansımaları gibi!
Konuları tipik, her biri ayrı ayrı doğurganlık temaları taşıyorlar. Etkin kullandığım zamanlarımın bana hediyesi, dopdolu kıymetli bir hayat.
Coğrafi, kültürel ve bireysel etkileşim ve tarihin karmaşıklığını ortaya koyan formlarda çeşitlilik içinde doğan çizgilerim, hepsi de ayrı ayrı gençliğimin hayalleriydi.
Kadının söz sahibi bile olamadığı dönemlerde, Anadolu’nun birçok şehirlerinde, elinin hamuruyla erkek işine karışılmasını istemeyen cinsiyetçi yaklaşımlara karşı, risk almaktan hoşlanan yüreğimle, derin bir öz farkındalığım ve cesaretimle, kurulu düzenin ötesinde gördüğüm ve oraya geçmek için yaptığım en zayıf ve güçlü yönlerimi nasıl birleştireceklerimi bilerek ve elimden bırakmadığım tek silahım kalemimle yıllarca verimli çalışmaların ışığında oluşan çizgilerim, mutluyum sizlerle! Çünkü üzerimde güçlü bir etkiye sahipsiniz. Her biri ayrı ayrı yürekli yaratıcı çalışmalar ile gülümsüyorlar.
Kolay kolay oluşmadı bunlar. Bunları oluşturmak için dünyaya, kendime farklı baktığımı, temelinde hayal kurma, düşünme ya da zihni serbest/özgür bıraktığımda, baharla birlikte eriyen karların oluşturduğu sular gibi gürül gürül gelen varoluşları biliyorum.
Hayata geçmeleri kolay olmadı tabii ki?
Dar geçitlerden geçtiler, kayalara çarptılar ama kayaları aşındıra aşındıra hayata kavuştular. Bunlar, her yerde kendilerine yer buldular ve aktılar. Kollara ayrıldılar gittikleri yerlere ışık oldular.
Mutluyum.
Peki bugün, bunca yıl sonra ne/nasıl yapacağım?
Paulo Cohelho’nun dediği gibi, ‘Asla vazgeçme, kalbin yorulduğunda ayaklarınla yürü ama yola devam et’ vazgeçmeyeceğim, kalbim yorulduğunda ayaklarımla yürüyeceğim ama yola hep devam edeceğim. Engel tanımadan.
Bugünün gençlerini düşünüyorum. Son yılların otorite ve gücü altında, yaratıcılıklara gem vurarak hızla akıp giden bir sürecin içinde yaratıcılık olabilir mi, olsa da ne kadar olabilir ki?
Yaratıcı bir insan, yeniyi deneyebilen insandır. Yaratıcılığın özgürlüğe ihtiyacı vardır. Tıpkı ayağa kalkan sular gibi.
Zihinden özgür. Bilgiden özgür. Önyargıdan özgür.
Yaratıcı gençler bugün yaşadığımız zaman diliminde, ne kadar özgürler?
Aile ve okulda yaşanan şiddet olaylarının artması, medyada şiddet ve ölüm konusunun çok göz önünde olması gençleri özgür bırakabilir mi? Son yıllarda terör, deprem, şiddet olayları ve bulaşıcı hastalıklar vb. durumlarda yaşanan kayıplar nedeniyle, çocuk ve ergenlere, ebeveyn ya da sevilen birini kaybetmeleri ile nasıl baş edebilirler?
Çocuklar, gençler kendi korkularıyla yalnız mı bırakılıyor? Kulaktan dolma yarım bilgilerle bu konuda konuşmamaları gerektiği, böyle bir şey yokmuş gibi yaşamaları mı öğretiliyor? Ölüm kaygısı ile hangi yollarla baş ediyorlar? Baş edebiliyorlar mı? Genelde ölüm kavramı yaş, deneyim, kültür, inanç sistemi ve bunun gibi faktörlerden etkilendiği ve bu konuların farklı yaş gruplarında nasıl algılandığını biliyor muyuz?
Martin Heidegger (1889- 1976) varoluşçu felsefenin önde gelen isimlerinden biri olarak bilinen Alman filozofa göre; gerçekten var olan her şey doğru zamanda gelir ve gider ve zaman onu tayin ettiği sürece bir süre kalır. Ona göre insan kendi bırakılmışlığında ölüme yazgılıdır.
Varoluşçulara göre insan, doğduğunu ve bir gün öleceğini bilen tek canlıdır ve bu gerçek onu anlamlı yaşayıp yaşamadığı konusunda kaygılandırır. Onlar için ölüm kavramı konuşulmaması gereken, yaşarken unutulması gereken bir durum değildir, aksine yaşama ışık tutan, yaşamın bir parçası, belki de yaratıcısı olarak görülmelidir.
Gelişimsel açıdan ölüm algısı farklılaşırken din, kültür ve deneyimler de bu algıyı önemli ölçüde etkilemektedir. Daha açık bir ifadeyle; bireyin kendi bireysel yok oluşuna ilişkin düşünceleri, yaşamındaki kayıplardan, travmatik yaşam olaylarından ya da bilişsel ve duygusal olarak yaşama yüklediği anlamdan etkilenen dinamik bir olgudur.
Türkiye’de, ergenlerde kişisel deneyimin ve ölüme yüklenen dini anlamların ölüm algısına etkisi ön plandadır. Dini inançların ölüm ve ölüm ötesi ile ilgili tutumlar üzerinde, cinsiyet, yaş, sosyo-ekonomik düzey, eğitim düzeyi ve dini inanç gibi faktörlerin etkileri de büyüktür.
Bugün, yaşadığımız dünyada ve ülkemizde , sayıları gittikçe artan ve maddi veya siyasal çıkar güdüsünün tek yönlendirici olduğuna inanan bir zihniyetin tipik temsilcileri temsil ettiği şey, kalıcı ilke ve değerlerin yokluğunu varsayan, dolayısıyla bunlara aldırmayan, başkalarını da böyle gören çıplak, kararmış egosantrik kişilikler, aralarda ve fırsat buldukça her fırsatta yenilenmiş görünümüyle tehditkar tavırlarıyla birlikte doğan zaafı kullanarak buradan kendisine güç devşirme işini bilinçle yapma peşindeler.
Bunlar, varlığın, varoluşun özden, içerikten önce geldiğini, yani insanın önce var olduğunu, daha sonra tutum ve davranışlarıyla, eylemleriyle kendini sürekli olarak yarattığını, biçimlendirdiğini bilmezler/bilemezler.
Bunlar, köklerinden kopmuş, temelini yitirmiş, mutsuz huzursuz insanlar, var olamamışlar. Çünkü var olabilmek için çabalayan, seçimler yapıp karar verebilen bir birey olmak gerekir. Her insan az ya da çok bireysellik düşüncesini taşır. Bireysel varoluş alanına geçiş, ancak kişinin kendisinin birey olarak varoluşunun farkına varmasıyla mümkün olur
Varoluşçuluğun ilk kurucusu olarak Danimarkalı düşünür Søren Kierkegaard’ın (1813 –1855)
‘Korku ve Titreme’ kitabın da, ‘Eğer insanda ebedi bir bilinç yoksa, eğer her şeyin dibinde yalnızca vahşi bir kargaşa, karanlık tutkularda şekil değiştirerek yüce ya da önemsiz her şeyi üreten bir güç varsa, eğer her şeyin altında akıl sır ermez, doymak bilmez gizli bir boşluk yatıyorsa, yaşam umutsuzluktan başka ne olacaktır? Eğer böyleyse, eğer insanlığı birleştiren kutsal bir bağ yoksa, eğer ormanın yaprakları gibi bir nesil diğerinin ardından doğuyorsa, bir nesil ormandaki kuşların şarkıları gibi bir diğerinin yerine geçiyorsa, eğer insan soyu dünyadan, denizden geçen bir gemi ya da çöldeki bir rüzgar, düşüncesiz ve meyvesiz bir kapris olarak geçiyorsa, eğer ebedi bir unutkanlık, avı için aç bir biçimde pusuya yatmış bekliyorsa ve onun pençelerinden kendisini kurtaracak kadar güçlü hiçbir güç yoksa, o zaman yaşam ne kadar boş ve huzurdan yoksun olacaktır’ der.
Søren Kierkegaard’ın, iki yüz yıl önce ifade ettiği sözleri sanki bugünlere hala atıfta bulunuyor nitelikte ise, insanlar bir şey yapmadan, zaman öldürmeye devam edecekler ve yaşamlar kocaman umutsuzluklardan ibaret olacaktır.
Ya sizce?
Salime Kaman
Ressam- Sanat Yazarı
2020 Ağustos/ Assos
Bir yanıt yazın